İnsan yaş aldıkça yeni anılar biriktirir. Bu yeni anılar yüklendikçe, tıpkı eski bir bilgisayar gibi beyin hafızada yer açmak için eski anıları siliyor. Geçmiş anılar her geçen gün daha da silikleşiyor. Bu nedenle daha fazla anı kaybetmemek için güncel durumda var olan anılarımı yazmaya karar verdim.
Yarınlarımda bunları okuyacak bir çocuğum olacak mı, şüpheliyim. Olsa bile bunları merak edip okumak isteyecek mi ondan da şüpheliyim. Ama hiçbiri olmazsa, yaşım ilerledikçe geri dönüp bakacağım, bir başvuru kitabı gibi kullanabileceğim bir anılar kronolojisi olur elimde. Hiç kimse için olmasa bile bunu kendim için, kendi hafızamı yedeklemek için yapıyorum. Belki de izlediğim, karakterin her duruma hazırlıklı olmak için yaptığı birçok bilim kurgu filminin bana verdiği bir ilhamla yapıyorum bunu. Tıpkı her zaman her şeye hazırlıklı olan bir Batman gibi.
Şimdiden çocukluğuma dair anılarım çok silik durumda. Hatırladığım ilk anı belki de, babamın o zaman şoförlüğünü yapan Mustafa amca ile annemin beni bir gün kreşe gelerek alması. Hiçbir şey söylemeden beni alıp, arabaya bindirmişlerdi. Yol boyunca hiç konuşmamıştık sanırım. Neden beni almaya gelen annemle babam değildi, babam neredeydi, biz neden eve gitmiyoruz diye düşünmüştüm. Çünkü gittiğimiz yer, dedemin bağ eviydi. Bir zamanlar o bağ evinin geniş girişinin tam ortasında bir ağaç vardı diye hatırlıyorum. Şu an hala o ev var olsaydı; geniş bir bahçesi olan, bahçenin ortasında arabayla etrafında dönebildiğiniz bir ağaç ya da çeşmenin olduğu, 2 katlı müstakil bir ev olurdu sanırım. Ya da öyle yapmak isterdim. Çocukken her pazar giderdik bu bağ evine. Pazar günleri aile günüydü. Büyükbabamı ziyaret eder, herhangi bir işi varsa halleder, onunla vakit geçirir, akşam yemeğimizi yedikten sonra kalkıp kendi evimize dönerdik. Çocuk olarak bir köy hayatım olmadı ama sanırım köy hayatına en yakın yaşayabileceğim şeyleri o bağ evinde geçirirdim çünkü genellikle sabahtan giderdik. İki yanında, o zaman bir çocuk vizyonu ile devasa büyüklükte gördüğüm tarlası evin gözümü korkuttuğu için gitmekten imtina ettiğim arkasına doğru uzanırdı. Sonu görünmeyen bir şekilde. Belki de o zaman başladı sonsuzluktan ve bilinmezlikten korkuşum.
Evin iki yanında bulunan tarlalarda, ağızları gece kadar karanlık olsa da ikisi de hemen hemen aynı çöl renginde, başları gövdelerinden büyük olduğu için kalın gemi zinciri gibi çelik zincirlerle bağlanmış kangal köpeği vardı. Bu köpekler büyükbabamdan korkar, babamı ise severlerdi. O insanın bacağını tek ısırışta alıp koparabilecek (ki yapmışlıkları da vardı) katil hayvanların, büyükbabamın tek bir bağırması ile suçlu bir çocuk gibi en yakın ağacın dibine gidip pusması ve hüzünlü bakışları beni çok şaşırtırdı her seferinde. Babama bir şey yapmamalarının sebebi ise bence korkudan çok sevgiydi. Çünkü babam da çoğu zaman onları beslerdi ve onlar da kendilerini besleyen ele daima sadıktı.
Köpeklerin kendilerine ev bellediği o tarlalarda ise ceviz, fıstık ve elma ağaçları hatırlıyorum. Bu ağaçlardan bir ikisine belki tırmanmışımdır. Ancak ben tek bir tırmanış hatırlıyorum. Uzandığım fıstıkları, güneşin beni yakışını, nasıl ineceğimi düşündüğümü... Ağaçların benim için daha önemli bir anlamı vardı o zamanlar: dalları. Babam bana o dalların en güzellerinden kırar, cebinde daima taşıdığı çakılarından biri ile onları nizami bir şekilde yontar, ya bir sapan ya bir yay yapardı. Yay olacak şekilde eğim verdikten sonra, halk arasında don lastiği diye tabir ettiğimiz şeyi dalın iki ucuna gerer, sonra da nizami bir düzgünlükte yonttuğu bir kaç tane oku verirdi. İlk oyuncaklarım değildi bunlar ancak onca varlık ve lüks Amerikan figürü oyuncaklarım içinde en değerli oyuncaklarımdı. Ben de bunlarla teneke, meyve, ağaç, kuş avlar koştururdum.
Evin sağ yanında küçük, karanlık bir depo hatırlarım. O depoda her türlü ıvır zıvır bulunabilirdi. Hasır sepetler, ağaç kesme makineleri, onlar için benzinler, kürek, keser, tamir aletleri... Sayamadığım ya da şu an belki isimlerini bilmediğim belki de hatırlamadığım bir çok şey. Hem çok karmaşık hem çok karanlık hem de kokan bir yer olduğu için oraya yalnız gitmekten korkardım. Bazen amcamın iki oğlu da orada olursa, onlarla giderdik. Kendilerine ne o zaman, ne de şimdi kuzen demeye ne elim ne de dilim varıyor. Hiçbir zaman benden gibi, kanımdan gibi hissetmediğim çocuklardı. Belki de ilk o zamanlar farkına varmışımdır sınıf ayrımının. Çünkü babam ne kadar zengin, annem ne kadar bilge, büyükbabam ne kadar dirayetli durursa dursun, amcam ve çocukları çok daha kırsaldı.
O evle ilgili en sevdiğim şeylerden biri de büyükbabamın kütüphanesi idi. Salonun bir duvarını kaplayan, ortasında tüplü bir televizyonun varlığını hatırladığım, bazı rafları camlı, bazı rafları kapaklı kocaman, kararmış ceviz kadar kahverengi bir kitaplık. Genellikle ansiklopediler ve dini kitaplar, arada nadiren de olsa yerli ve yabancı klasiklerin olduğu bu kitaplık bana rengarenk kitap sırtları ile boyutlar arası bir geçit kapısı gibi görünürdü. Sanırım kitabı, okumayı, bilgiyi bana sevdiren ikinci şey bu olmuştu. Birincisi ise annemdi. Oradan bir kitap aldığım zaman elime, onunla olduğum yere çöker ve büyükbabamın bana her gittiğimde uzattığı kupkuru ama tatlı petit-beure bisküvi ile saatlerimi geçirirdim. Her gittiğimde neden bana ondan ikram ettiğini çözemezdim. Acaba kendisi çok sevdiği için mi, yoksa bir çocuk olarak benim çok sevdiğimi düşündüğü için mi? Önemli değildi. O sevgisini böyle gösterirdi.
Ve Mercedes... W115. Dışı ancak bir kiremit kadar turuncu, içi ise bej diye hatırladığım büyükbabamın Mercedes'i. Bahçede oynarken zaman geçirebileceğim oyuncaklarımdan en büyüğü oydu. Her gittiğimde mutlaka kapısı kilitli mi diye yoklar, kilitli değil ise içine biner ve sıcaktan tenimi yakan o deri koltuklarda arabanın gözlerini kurcalardım. O zamanlar durumu iyi bir aile olarak her türlü arabaya binme şansım olmuş da olsa, bana araba sevgisini veren o Mercedes olmuştur. İlk oyuncaklar hiçbir zaman unutulmaz sanırım. Hala bile ara ara açar, acaba alsam mı diye fiyatlarına bakarım. Bir de beyazı vardı sanırım ama halefi mi, selefi mi o da anılar denizinde bulanık bir yankı maalesef.
Hayvanlar vardı. Beyaza yakın gümüşlükte bir at. Ara sıra üstüne bindirdiklerini hatırlarım. Tüfekler vardı, ara sıra sıkıldığını hatırlarım. Tavukların ve hindilerin ara sıra öttüklerini hatırlarım. Ama babamın şoförünün beni aldığı gün hiçbirini hatırlamam. O gün çok sessiz, o gün çok boştu her yer.
Büyükannem ölmüştü.
Sanırım 4 yaşıma kadar olan çocuk zihnim, anı biriktirmeye gerek duymamış ve o gün hayatta var olduğumuz sürece bir şeyler hatırlamanın önemli olduğunun farkına varmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder