İNSANOĞLUNUN İLK İCADI: DİL


İnsanoğlunun ilk icadı dildir. 
Varoluşundan itibaren insan, diğer bir insanın varlığını keşfettiği anda onunla bir temasa geçme ihtiyacı hasıl oldu. Ona anlatmalıydı. İhtiyacını, aklını, derdini, içini anlatması gerekti. Ve sesler çıkarmaya başladı. Etrafında gördüğü nesneleri, canlıları bu seslerle tasvir etmeye çalıştı. ''Ab'' dedi. Tıpkı birçok ortak alfabenin belirlediği alfabenin ilk harflerindeki gibi. Ab. İlk derdini anlatmıştı artık. Çünkü su, hayattı. Yaşamı buna bağlıydı. Ve sonra gerisi geldi.

İnsanoğlunun ikinci icadı ise hikayeydi. Daha tekerleğin toprakta izi bile çıkmamışken, insan ateşin başında hikayelerini anlatmaya başladı. Yirmi dört saat bir gün için çok fazla, yapacak şeyler ise bir o kadar azdı. Bu yüzden hikayelerle tamamladı boşluklarını. Hem zamansal boşluklarını, hem de bilmediği zihnindeki boşluklarını.


Bilmiyordu insan. Bunu fark ettiği anda yüreğini büyük bir korku ve anlamsızlık hissi kapladı. Sadece neden ve nasıl burada olduğunu bilmiyor değildi, aynı zamanda burasının neresi olduğunu da bilmiyordu. Varoluşunu anlamlandıramadı, nasıl olduğunu ya da nereden geldiğini bilemedi. Etrafındaki dünyaya baktı. Onun için bu dünya korkunç bir kaos okyanusuydu. Devasa dağlar, engin denizler, sınırsız bir gökyüzü, çevresinde koşuşturan her büyüklükte canlılar. Nasıl gelmişti buraya? Nereden gelmişti? Ne işi vardı, görevi neydi?

Her icat bir ihtiyaçtan ortaya çıkar. İlk ihtiyaç olan dil nasıl ki kendini ifade etme ihtiyacından doğdu ise, ikinci icat olan hikaye de bu anlamsızlıkları doldurmak ihtiyacından ortaya çıktı.

Ve bilmediği her şeye hikayeler yazdı insan. Artık varoluşunun sebebi belliydi; büyük bir yaratıcı onu sevgi ve saygı görmek için yaratmıştı. Bu hikayeyi yazabilirdi, zira bu öykülemeyi yaratabilecek bir empati hissine sahipti: ebeveyn olmak. Nasıl ki bir çocuk, annesine ve babasına saygı duyar; insan da muhakkak kendisini var eden o kutsal güce saygı duymalıydı. Evet... Varlığının sebebi ancak bu olabilirdi.


Bu noktadan sonra, artık her şeyi anlamlandırmak daha kolay olmuştu. Çünkü her şeyin kökeni belliydi ve bu kökenden geri kalan her şey türeyebilirdi. Artık tümden gelebilirdik. Artık yağmurla birlikte kükreyen korkunç gökyüzünün bir adı, bir öyküsü vardı. Zira tanrılar kızgın olabilirdi. Artık dağların bir anlamı vardı, çünkü yaratılışa sebebiyet veren kutsal varlıklar ancak bu denli yüksekliklerde oturabilirdi. Artık eğlenmenin bile bir anlamı vardı, çünkü eğlence gibi keyifli bir his ancak kutsal bir varlıktan hediye olabilirdi. Artık ölümün de bir anlamı vardı. Nereden geldiğini bilmemek gibi, nereye gittiğini bilmemek de korkutucu idi. Bu yüzden hemen onun da bir anlamı oldu.

Ve böyle devam etti hikayeler. Her toplum kendi hikayelerini yarattı. Kendi tanrılarını. Kimi zaman yaşadığı toplumun karakteristik özelliklerine göre, kimi zaman yaşadığı coğrafyanın özelliklerine göre.

İşte böyle doğdu, geçmişin dinleri ve geleceğin mitolojileri.


Aradan binlerce yıl geçmiş olsa da, hala insanlığın ilk iki büyük icadı kullanırız. Her gün, her an, her yerde. Sokakta, evde, bir filmde, bir şarkıda...

Ve aradan binlerce yıl geçmiş olsa da bugün hala insanın ana korkusu hiç değişmemiştir. Antik atalarından aldığı bu genetik miras, insanın en büyük depresyonudur. Hala hayatımızla ilgili ne yapacağımızı bilmediğimizde, hangi seçimi ya da kararı vereceğimizi bilmediğimizde panikler, depresyona düşer ve çıkış için iyi ya da kötü çareler ararız. 

Oysa en büyük bilgelik, ne kadar az şey bildiğimizin farkındalığı ile bunun tadını çıkarmaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder