Aşka verdiğimiz ehemmiyette, biraz mübalağa ediyor olabilir miyiz?
Sevgi, aşk, evlilik… Bir partner ile yaşanan bu hayata bu kadar önem vermemiz gerçekten insanın duygusal olarak temel bir ihtiyacı mı, yoksa bunun altında çok daha basit ve gizli bir neden mi yatıyor? Gerçekten hepimiz bir sözde ‘’ruh eşi’’ bularak mı hayatımıza devam etmeliyiz, yoksa bu bize öğretilmiş olan mı?
İlk insanlar doğada yaşarken, avcılık ve toplayıcılık ile ihtiyaçlarını karşılayabileceğini bile keşfetmeden önce bir şey gözlemledi. Doğada, o zamanlar birlikte yaşadıkları hayvanlar yalnız gezmiyordu. Sürüler, gruplar halinde dolaşan hayvanlar bunu ve bunun onlarca faydasını insandan çok daha önce keşfetmişti. En önemlisi de, doğa gibi vahşi bir ortamda ve ilk çağ gibi ilkel bir ortamda, güvenlikti. Bu korkunç, kaotik dünyada, kalabalık gruplar halinde gezmek çok daha güvenli bir tercihti.
Ve insan her işine geleni kopyaladığı gibi, balıklar gibi
suda ve kuşlar gibi havada süzülmeyi de zamanla kopyalayacağı gibi bunu da
hemen doğadan öğrendi. Bu kalabalık gruplar zamanla ailelere, sülalelere,
aşiretlere, köylere, kasabalara, şehirlere, ülkelere, krallıklara,
imparatorluklara evrildiği gibi bu ülkelerden de ırklara ayrıldı.Ama bir şey
hep baki kaldı; birbirine benzeyen ya da kan bağına sahip olan insan
türdeşlerinin birlikte kalması. Bu grupların oluşabilmesi için, üreme şarttı.
Ama bunu, sadece çoğalma adına yapmak çok acınası bir resmiyet getirebilirdi.
Bu nedenle, her şeyi adlandırmayı ve kavramlaştırmayı seven insan beğenilerine
de bir isim koydu: Sevgi.
Elbette bir annenin evladına beslediği türden bir sevgi değildi bu. Ancak bu sevgi ile ateşlediği kalbinin motorlarını bir aile kurmak için kullandı. Kimisi bunu sevgi için yaparken kimisi sadece zevkleri ve ihtirasları için yaptı. Sevdiği şeyler için yapan, arzu ve tutkuları için yapandan daha masumdu elbette. Sırf bir tutku uğruna, ilkel benliği ile bir sevgiliyi arzulayan dimağlar, karşısındaki insanı iğfal etti, ihanet etti, krallıkları mahvetti, değerlerini hiç etti. İnsan her zamanki gibi güzel şeylerin içine de çirkinlikleri bulaştırmayı başardı.
Tarih içerisinde insan, zamanla gitgide daha küçük topluluklara ayrıldı. Son olarak da şehirleşme ile toplumun en küçük birimi olan çekirdek aileye kadar bu küçülme sürdü. Ancak 2010’lara kadar çekirdek aile ile de olsa bu yapı taşını sürdürdü. Bu noktada ise bir kırılma yaşandı: bireysellik. Herkes bir birey olduğunun farkında belki de tarih boyunca ilk defa farkına varıyordu. Toplum için yaşamaktansa, topluma bir fayda sağlamaktansa kendi ihtiyaçlarını ilk kez öne koymaya başladı insan. Belki modern psikoloji getirdi bu gereksinimleri, belki de gelişen teknoloji ve sosyal medya bu ortamı hazırladı nesilden nesle. Ancak insan, ilk defa kitlesel olarak kabuğuna çekilme harekatı başlattı.
Artık herkes gururla yalnızdı.
Peki, bu süreç içerisinde bakar isek; uğruna savaşlar verilen*, anıtlar yaptırılan**, evrenler yıkılan*** aşk gerçekten bir ihtiyaç mıydı? Yoksa antik çağlardaki ilkel atalarımızdan kalma DNA’mıza işlenmiş genetik bir miras daha mıydı? Tarih boyunca sanatın kullandığı en temel konulardan biri olup bize romantize edilerek sunulduğu için mi bu kadar tatlıydı, yoksa insan için sevilmek en temel ihtiyaç olduğu için mi bu denli gerekliydi?
*Truva Savaşı:
Batı Anadolu’da bulunan Truva krallığı ile Yunanistan’da
bulunan Sparta krallığı arasında yapılan ve iki medeniyet insanı arasındaki
ezeli düşmanlığı başlatan savaştır. Truva prensi yakışıklı Paris’in, Sparta
kralı Menelaos’un karısı ve güzelliği ile diyarlar çapında ünlü eşi Helen’i
kaçırması ile düşmanlık başlar. 10 yıllık savaş tarihe öyle bir iz bırakmıştır
ki, mitolojiye bile konu olmuştur.
Efsaneye göre Zeus Thetis için bir düğün düzenler. Bu düğüne
ne yazık ki tanrıça Eris davet edilmez. Eris de fesatlığı ile dengeleri bozmak
için düğüne altın bir elma hediye olarak gönderir ve üzerine şu notu düşer:
‘’Bu altın elma, düğündeki en güzel tanrıça içindir.’’ Tanrıçalar arasında bu
konuda anlaşmazlık çıktığı zaman, Zeus güzelliği ve aklı ile ünlü prens Paris’e
danışmalarını söyler. Paris elmayı Afrodite verince, tanrıça ödül olarak
dünyanın en güzel kadınını ona aşık eder: Helen. Ve ilk görüşte sözde aşk
başlar. Ve nice canlar yanar, nice kanlar dökülür.
**Taj Mahal:
17.yy’da, Babür İmparatoru Şah Cihan, karısı Mümtaz Mahal’e derin bir sevgi ve
sadakat ile bağlı idi. Öyle ki, seferlere bile ayrı kalmamak için eşi ile
çıkardı. Ancak Mümtaz Mahal, 14.çocuğunun doğumu sırasında(!) vefat etti. Derin
bir acı ile yas tutan Şah, karısının adına bu görkemli türbeyi inşa ettirdi. Bu
göz alıcı yapı, Şah’ın eşine olan aşkının görkemli bir kanıtı ve sonrasında da
anıtı olacaktı. Kendisi de öldüğü zaman yine buraya, eşinin yanına gömüldü.
Peki, 14 çocuk bize bunun gerçekten büyük bir aşk mı olduğunu anlatıyor yoksa
insanın soyunu devam ettirme arzusunun bir kanıtı mıdır?
***Marvel – What If:
Marvel Sinema Evreni öyküleme tekniğinin bir kolu olarak
devam eden bu çizgi dizide, iki sezon boyunca eski cerrah yeni mistik sanatlar
üstadı Dr.Stephen Strange’in bir kaza sonucu yitirdiği hayatının aşkını geri getirme
çabasını görürüz. Yarım kalan hikayeler elbette hepimizi hüzünlendirir ve
Strange’in öyküsü de bunlardan biridir. Ancak kendisinin bu duruma tahammülü
yoktur. Bu nedenle mistik sanatlara bulaşır, yetmez karanlık sanatlarla
uğraşır. İnsanlığın sahip olmayı bırakın da haberinin bile olmadığı dünya üstü
ve ötesi güçleri ele geçirir. Bununla birlikte zaman ve uzayda gerçeklik ile
oynamaya ve değiştirmeye başlar. Ancak insan, kafa tutmaması gereken güçlerle
uğraştığı zaman bir şeyler ters gitmeye başlar. Bu yolda sadece hayatlar değil,
dünyalar ve evrenler heba olmaya başlar. Meslektaşlıkları ile de bize aynı
kişiyi hatırlatan, çok Faustien bir çalışmadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder